GÜMÜŞ DÜĞMELİ KAPLUMBAĞA VE İKİ ŞAPKA

GÜMÜŞ DÜĞMELİ KAPLUMBAĞA VE İKİ ŞAPKA

Sabahın erken vaktinde, ince bir çiğ tabakası Yayla Yolu’nun taşlarını örterken Gümüş Düğmeli Kaplumbağa, ufacık kulübesinin önünde durmuş, yavaşça nefes alıp veriyordu. Adını sırtındaki minik, parlak düğmeden almıştı. Bu düğmeyi, dedesinin eski yeleğinden bulmuştu bir keresinde. Onu sırt kabuğuna dikkatlice yapıştırırken, “Belki bu bana cesaret getirir,” demişti. Fakat o sabah, cesarete her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı.

Küçük tepede renkli iki şapka uçuşuyordu. Biri mor, diğeri yeşildi. Gümüş Düğmeli uzun süre baktı. Şapkalar bir çocuk olan Ela’ya aitti. Ela, sabahları babasının tahta kepçesiyle dut silker, sonra koşa koşa çayıra giderdi. O gün rüzgâr şapkaları kaptı ve ikisini de uçurumun kenarına savurdu.

Ela dizlerinin üstüne oturmuş, ellerini ovuşturuyordu. “Şapkalarım... Annem çok üzülür,” dedi titrek bir sesle.

Kaplumbağa ona doğru ilerledi. Ayağını her kaldırdığında kalbinin dibinde hafif bir ürperti kabarıyor, sanki taşların altından çıkan soğuk bir rüzgâr göğsüne dokunuyordu. Korkusu, yaz ortasında ansızın bastıran dolu kadar ani ve inatçıydı.

“Belki birlikte alırız,” dedi. Sesi kalın değildi ama kararlıydı. Ela başını kaldırdı. “Ama çok kaygan,” diye mırıldandı. Bir an tereddüt etti, sonra gözlerini sildi. “Deneyelim mi?”

Belki sen olsan daha hızlı davranırdın. Onlar yavaşça uçurumun kenarına yaklaştılar. Kaplumbağa bazen duruyor, bir çakıl taşı kadar sessiz kalıyor, Ela ise ayakkabısının bağcıklarını kontrol ediyordu. Sanki bağcıkları çözülse bütün cesareti yere dökülecekmiş gibi hissediyordu.

Şapkalar, uçurumun ince bir taş çıkıntısına takılmıştı. Ela elini uzatınca taş hafifçe yerinden oynadı. Bir anda mor şapka aşağı yuvarlandı. Ela çığlık atmamak için dudaklarını ısırdı. “Gitti,” dedi kısık bir sesle.

Gümüş Düğmeli kabuğunun altına saklanmadı. Bu defa öyle yapmadı. “Belki birini kurtarmak da yeter,” diye fısıldadı. Ela bir süre gözlerini kapalı tuttu. Sonra derin bir nefes aldı. “Tamam,” dedi. “Yeşili alalım.”

Yeşil şapkaya uzandıklarında Ela’nın avucu kaplumbağanın sırtına değdi. O an Ela, düğmenin pürüzsüz serinliğini hissetti. Kalbi biraz daha hafifledi. Şapkayı tuttuğu gibi göğsüne bastırdı.

Yine de mor şapkanın kaybolmuş olması içini sızlatıyordu. “Annem çok severdi o şapkayı,” dedi. Kaplumbağa başını yana eğip bir süre baktı. Kim bilir, bazen kaybettiklerimiz bize daha fazlasını öğretir.

Ela geri dönerken birkaç kez arkasına baktı. “Teşekkür ederim,” dedi utangaç bir sesle. Kaplumbağa göz kırpmadı ama içinde yumuşak bir sıcaklık dalgası gezindi.

Bir süre yalnız kaldıktan sonra, mor şapkanın düştüğü yere inmek istedi. Ama ayakları kaygan taşlara pek güvenmedi. Cesaret, ince bir ip gibiydi; bazen gerilir bazen gevşerdi. Kabuğundaki düğmeyi okşadı. “Belki denemem gerek,” diye düşündü.

Dikkatlice aşağı inmeye başladı. Her adımda kabuğunun altındaki kalbi biraz daha hızlı atıyordu. Sonunda mora benzeyen bir lekenin yanında durdu. O, mor şapka değildi; bir erguvan yaprağıydı. Hafif bir hayal kırıklığı dalgası geçti içinden. Yine de geri dönmeye karar verdi.

Yukarı vardığında Ela onu bekliyordu. Elinde eski, kırık bir tokayla. “Bu tokayı senin için saklamıştım,” dedi. “Düğmenin yanına koyarsın belki.”

Kaplumbağa tokayı dikkatlice aldı. O an şapkayı bulamamış olsalar da başka bir şey kazanmışlardı. Belki de kalpten gelen bir güvenin büyüdüğü bir sabah.

Cesaret, her zaman bir şeyi başarmak değil, bazen kayıpları kabullenmektir.

yebilmektir.

Suat Karaca
Editör

Suat Karaca

Dijital ortamda özgün ve bilgilendirici içerikler üretiyorum. Etkili yazı diliyle okuyucunun ilgisini çekmeyi, bilgi aktarmayı ve etkileşim sağlamayı önemsiyorum. Güncel konuları yakından takip ederek içerik stratejimi geliştiriyor, dijital dünyada aktif ve üretken bir rol üstleniyorum.

Yorumlar (0)

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!

Yorum Yapın